18 Eylül 2011 Pazar

Arap Baharı değil Arap Petrolü

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu Kaos ortamından yararlanarak yenidünya düzenine hizmet edecek liderleri denetlemesi için çıktığı Arap Baharı Turunun perde arkasında var olan gerçekleri yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Müslüman dünyaya liderlik etmek için görevlendirilmiş olan Başbakan Erdoğan şimdi Türklerin bir kısmını kandırıyor olsa da gelecekte kendisi de aynı duruma düştüğünde yine Türk insanının insafına sığınacaktır. Yıllardır söylemekteyiz şeytani oluşuma hizmet etmeyin. Bu şeytani oluşumun asıl amacı ülkelerin yer altı kaynaklarına ulaşmak ve bunun için ortaya çıkan ya da çıkabilecek bütün engelleri kaldırmaktır. Bakınız Fransa, Amerika, İngiltere, İtalya, Almanya ülke liderleri nasıl da NATO adı altında pislik sineği gibi üşüştüler Ortadoğu’nun üzerine. Tunus, Libya, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de kaos yarattırıldı ve harita da bunların en kuzeyindeki Türkiye’ye ise liderlik görevi verilerek gözleri kendi üzerine çekecek ve asıl amaç olana ulaşacak.
Peki neden bu ülkelerin tamamında rejim değişikliğine gidildi? Hiç düşüneniniz var mı?
Amaç, petrol ve doğalgaz rezervlerine kolay yoldan, engellenmeksizin ulaşmak. Bazı tahminlere göre;
-          Suriye, Kıbrıs, Lübnan ve İsrail arasındaki bölgede 3.45 milyon metre küp doğalgaz ve 1.7 milyar varil petrol
-          İsrail, Mısır ve Kıbrıs arasında kalan alanda 10 trilyon metreküp doğalgaz, 8 milyar varil petrol
-          Delta havzasında 7 trilyon metreküp doğal gaz ve 1.8 milyar varil petrol
-          Doğuya doğru uzanan bölgede 3 trilyon metreküp doğal gaz
-          3 trilyon dolar değerinde olan 60 milyar varil petrole eşdeğer hidrokarbon. Burada bulunan hidrokarbon rezervi, Türkiye’nin 572 yıllık, Avrupa’nın ise 30 yıllık doğal gaz ihtiyacını karşılayabilecek seviyede olduğu iddia edilmekte.
Bu iddialar ortaya atılmadan bir hafta öncesinde Kıbrıslı Rumların Doğu Akdeniz bölgesinde Türkiye’yi karşısına alacak kadar gözünü karartarak harıl harıl Petrol ve doğalgaz aramasını neye bağlıyoruz. Türkiye’nin İsrail olaylarını bahane ederek Karadeniz’de savaş gemisi yüzdürmeyi istemesini neye bağlıyoruz.
BAŞBAKAN UMARIM BU YAPTIĞIN KUKLALIK DEĞİLDİR
Söyledik ya ‘bir damla kan bir damla petrol değerindedir’ diye. Osmanlı’nın yıkılışının asıl sebebinin sınırları içinde bulunan Petrol rezervlerine ulaşmak olduğunu biliyoruz. Şimdi aynı oyun Osmanlı’ya ihanet edip onu parçalayan bu ülkeler üzerinde oynanmaktadır. Osmanlı’nın Türk Milletine mirası olan bu toprakların kaynaklarına ulaşmak için Müslüman Ülkelere liderlik görevine soyunması aslında Türkiye’nin büyüklüğünün göstergesidir ve hak ettiği kendi topraklarındaki kaynaklara ulaşmayı istemesi en doğal hakkıdır.
Bu liderliği yapacak kişi milletin bağrından yetişmiş ve soyu sopu bilinen -Türk olan-, İslami anlayışı net bir şekilde onaylanmış, sadece milletine ve ülkesine bağlı biri olsaydı desteklemek boynumuzun borcuydu. Ancak liderlik edecek kişi Erdoğan ise insan durup bir kez daha düşünüyor. Geldi geleli Türk milleti ve vatanın bekası için bir çivi bile çakmayan, hatta ülkeyi bölünmeye götüren, eğitim, sağlık, inşaat, medya ve daha birçok sektörü kendi aile ve akraba çıkarları için düzenleyen bir hükümet ve onun başbakanı kendi ülkesinde terör sorununu, bölünme sorununu ayyuka çıkarmışken diğer ülkelere liderlik ediyor olması oldukça güldürücü değil midir?
ASLINDA DURUM KARMA KARIŞIK BİR HALDE
Hükümet, bürokrasi ve basının tavrı genel itibariyle şöyle: Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin kendi başına veya üçüncü bir ülkeyle birlikte Münhasır Ekonomik Bölgesinde (MEB) arama yapması durumunda ne Türkiye ile Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ne de KKTC ile Kıbrıs Rum Cumhuriyeti arasında münhasır alanlar belirlenmediği için arama faaliyetine itiraz ediliyor. İtirazın muhatabı olacak merci konusunda ise kafalar had safhada karışık. Kimi Lahey’deki Birleşmiş Milletler Adalet Divanı diyor, kimi ise Türk donanması!
Bir defa MEB nedir? MEB ya da İngilizcesiyle ‘Exclusive Economic Zone’ Uluslararası Deniz Hukuku Konferansı’nda kabul edilen ve 1994’te yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (DHS) temel taşlarından birisi. Sahildar devlete, kıyıdan itibaren açığa doğru en fazla 200 mil uzanan bir alanda deniz yatağı ve deniz yatağı altında bazı egemenlik hakları tanıyan bir uluslararası hukuk kavramı. Sahildar devlet bu surette alan üzerinde hak sahibi oluyor. MEB ilan eden devlet, o bölgede deniz yatağı ve deniz yatağı altında bulunan canlı ya da cansız doğal kaynakların aranması, işletilmesi, korunması ve yönetimi konusunda hak elde ediyor. Ayrıca bu bölgede sahildar devlet yapay ada veya tesis kurma ve kullanma, araştırma yapma, deniz çevresini koruma ve gözetme, gümrük, maliye, sağlık ve göçle ilgili düzenlemeler yapma hakkı kazanıyor. MEB elbette tek taraflı ilan edilmiyor ve sahildar devletlerin aralarında anlaşma gerekiyor. İhtilafların muhatabı ise DHS bünyesindeki Deniz Hukuku Uluslararası Mahkemesi.
Türkiye ne DHS’ye taraf ne de dolayısıyla söz konusu mahkemeye. Nitekim geçenlerde Akdeniz’e donanma yollama konusu gündeme geldiğinde Yunanistan Savunma Bakanı Panos Beglitis Türkiye’nin artık DHS’yi onaylaması gerektiğini söyledi. MEB’in uluslararası bir dayanağı olması için adı geçen sözleşmeye taraf olmanın gerekliliği açık. Üstelik diğer ilgililerin çoğu taraf iken: Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, Lübnan, Mısır ve Avrupa Birliği ülkeleri gibi sözleşmeyi bugüne dek 162 ülke onaylamış. İsrail ve Suriye ise Türkiye gibi taraf değil. Bu da gösteriyor ki Türkiye bu petrol oyununda kolayca saf dışı bırakılabilecek.
HAÇLI TEZKERE KABUL EDİLDİ
Türkiye, AKP Hükümeti döneminde Amerika’nın isteği doğrultusunda Afganistan ve Lübnan’dan sonra bir başka Müslüman ülkesi Libya’ya da asker göndermeyi kabul etti. Meclis’te gizli oturumda görüşülen Libya tezkeresi, el kaldırıp indirme yöntemiyle yapılan oylamada kabul edildi.
Bu demek oluyor ki Meclis içerisinde bulunan her parti bu gizli tezkereye evet oyu kullandı. Bakanlar kurulunun 1 yıl süre ile Lübnan’a asker göndermeye izin verdiğini de görmekteyiz.
Tezkerede yer alan, “Libya'da istikrar ve güvenliğin yeniden tesisine yönelik uluslararası çabalara çok boyutlu katkıda bulunmak üzere” ifadesi ise dikkat çekti. “Çok boyutlu katkı” ifadesi, Türk askerinin olası bir kara operasyonunda da görev alabileceği şeklinde yorumlayabilir miyiz?
Afganistan’da ve Lübnan’da halk ile karşı karşıya gelmeyen Türk Askeri Libya’da farklı bir tavır içine sokuluyor olabilir mi?
Yıllardır NATO adı altında ABD askerlerinin korumalığı yaptırılan Türk askeri bu sefer korumalıktan direk savaşın içine atılmaktadır.
Sen hem petrol oyununda saf dışı bırakılacağını bil hem de korumalığa devam et. Bu aynen şuna benziyor. Kasasında para dolu, soyulma tehlikesi olan bir bankayı canın pahasına koruyan buna karşın aylardır maaş bile alamamış bir güvenlik görevlisinin durumuna benzemektedir.

Hiç yorum yok: